Alanya’da, öğrencileri okumaya ve yazmaya teşvik etmek, yazma becerilerini geliştirmek, özgüvenlerini güçlendirmek ve dilimizin zenginliklerini tanıtmak amacıyla önemli bir adım atıldı. Alanya Kaymakamı Dr. Fatih Ürkmezer’in başkanlığında, İlçe Milli Eğitim Müdürü Yusuf Yılmaz ve Alanya Aktif Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Ferit Kesen’in katılımlarıyla geçtiğimiz haftalarda “Alanya Basınında Dilimizin Zenginliği Projesi” işbirliği protokolü imzalandı. Okullarda yapılacak söz varlığını zenginleştirme çalışmalarıyla öğrencilere dilin özgün eserlerini tanıtmayı ve öğrencilerin yazma becerilerini geliştirmeyi hedefleyen projenin ocak sayısı siz değerli okurlarımızla buluşuyor. İşte Alanya’daki ilkokul, ortaokul ve lise düzeyindeki öğrencilerin kaleme aldığı o eserler:
İLKOKUL
Ela Öz/Hayate Hanım İlkokulu / 4/C
AYBÜKE EFSANESİ
BUNDAN uzun yıllar önce, Asya'nın ormanlık ve sulak çok güzel bir bölgesinde, medeni bir topluluk olan Etrukslar yaşarmış. Düzenli şehirleri, hayatı kolaylaştıran kanunları ile örnek bir topluluk olarak tüm Asya'ya ün salmış. Bu halkın huzuru, kısa bir sürede içinde bozulmaya başlamış. Kuzeyden gelen çok vahşi barbar bir kavim ülkeyi talan edip, insanları ya öldürüyor, ya da köleleştiriyormuş. Halk sadece yaşayabileceği kadar gıdayla beslenebiliyormuş. O güzel yıllar sona ermiş, açlıklarını unutup, hayatta kaldıklarına sevinir hale gelmişlerdi. Yaşlılar çaresizce durumu kabullenmişken genç kadın ve erkekler çok öfke dolu ancak ellerinden bir şey gelmemenin üzüntüsü içindeydiler. Başkaldırdıklarında işkence görüp, ağır işlerde çalıştırılıyorlardı. Bu bölgenin önde gelen bilgelerinden Öktem Dede gençlere, bunların biteceğini, bir kurtarıcının gelip eski günlere dönmemizi sağlayacağını anlatıp onları sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu şekilde geçen onlarca yıldan sonra Aybars isimli bir adam avlanmak için dağlarda dolaşırken ağaç kovuğunun içinde bir kız çocuğunun ağladığını gördü. Daha bebekti. Çevresinde kimse yoktu ve kurda kuşa yem olmamıştı. Ay yüzlü, beyaz tenli, pırıl pırıl parlayan bir kız çocuğuydu. Aybars, çevrede kimseyi göremeyince bu kız çocuğunu yaşadığı yere götürdü. Eşi Banu Çiçek'e "Bu kız artık bizimdir, onu sahipleneceğiz. İsmi de Aybüke olsun." dedi. Böylelikle bu kıza annelik ve babalık yapan bu çift, kötü günlerin acısını bir parçada olsa unutmuştu. Aybüke, diğer çocuklardan farklıydı. Fazla konuşmuyordu, hızlı büyüyordu ve içine kapanık bir çocuktu. Dokuz yaşındayken o bölgeye gelen işgalci askerlerden bir bölümü halkın elindeki gıdaları alıp, gençleri de savaşa götürmek için şiddet kullanarak ailelerinden alıyordu. Tam bu sırada Aybars, askerlere karşı gelirken askerlerden birisi kılıcını çekti. Tam Aybars'a vuracakken Aybüke araya girdi ve kılıç paramparça oldu. Aybüke taşa dönüşmüştü. Buna anlam veremeyen askerler, baktılar kılıç bir işe yaramıyor taşı (Aybüke'yi) uçurumdan aşağıya attılar. O taş birden şekil değiştirip rüzgara dönüştü ve tekrar yamaca doğru kız çocuğu şeklinde belirdi. Askerler kızı tutup bu sefer de nehre attılar ama gördüklerine şok oldular! Çünkü bu sefer de Aybüke suya dönüşmüştü ve kıyıdan hiçbir şey olmamış gibi yürüyerek çıkmıştı. Askerler büyük korku içinde Aybüke'yi zincirlere vurarak komutanlarının yanına götürmeye karar verdiler. Aybüke'nin özel güçleri olduğu ortadaydı ama sadece kendini savunacak kadardı. Bölge halkı olan biteni birbiriyle konuşurken Öktem Dede'nin kulağına bu bilgi gitti. Öktem Dede'ye göre Aybüke, Tanrı tarafından gönderilmiş, beklenilen kurtarıcıydı. Öktem dede bir gece halkı etrafında toparlayarak "Aybüke'yi onların elinden kurtarırsak ülkemizi de kurtarabiliriz." dedi. Köyün en güçlü delikanlıları Bahadır, Ülgen ve Yalım Aybüke'yi kurtarmak için yola çıktılar. İki gün sonra bu üç delikanlı Aybüke ile birlikte köye dönmüşlerdi. Halk sevinçliydi çünkü kurtulacaklarını hissetmişlerdi. Aybüke, güçlerini nasıl kullanacağını ve kendilerini işgalcilerden nasıl kurtaracağına dair hiçbir fikri yoktu. Öktem Dede ''Seni, Tanrı Bizi bu zulümlerden kurtarmak için yolladı. Sen doğadaki elementlerin gücüne sahipsin. Toprak, su, hava ve ateş. Gücünü kontrol edebilirsen günü gelince bizi bu zulümlerden kurtaracağına inanıyorum.'' diyerek Aybüke'yi rahatlatmaya çalışmıştı. Halk da buna inanıyordu. Bir gün büyük bir askeri grup köyün etrafını sarmıştı. Direnenleri öldüren bu askerler, Aybüke'nin anne ve babasını şehrin meydanına getirmiş "Eğer Aybüke'yi bize vermezseniz bu ikisini öldüreceğiz!" diye halka bağırmışlardı. Komutan, belindeki kılıcı çekip Aybüke'nin babasına doğru tam sallayacakken Aybüke koşarak babasının yanına geldi ve sarıldı. Ağlıyordu. Komutan "Hadi bakalım kurtar babanı kolaysa!" deyip gülmeye başladı ve Aybars'ın bir koluna kılıcı sapladı! "Şimdi sırada diğer kolu var. Haydi ne yapabileceksen. Görelim!" demeye kalmadı Aybüke birden ışık saçarak doğruldu. Herkes gözlerine inanamıyordu. Aybüke Sanki başka biri haline gelmişti ve ateş saçıp etraftaki askerleri yok etmişti. Anne ve babası kurtulmuştu. Bu olay kısa sürede ülkenin dört bir yanında duyulmuş, herkes Aybüke'nin olduğu yere doğru yola çıkmıştı. Artık halk çok büyük bir güç haline gelmişti. Aybüke ile birlikte işgalcilerin bulunduğu kaleye doğru yola çıktılar. Kalenin önlerine vardıklarında bu barbarlar binlerce ok fırlattı. Aybüke rüzgarı kullanarak bunları etkisiz hale getirdi. Büyük alev topları attılar. Aybüke adeta bir şelale oluşturup bu topların sönmesine neden oldu. Halk, kalenin kapısına dayanmıştı. Aybüke bu açılmayan kocaman kapıyı kendisini büyük bir kayaya dönüştürüp iki hamlede kapıyı paramparça etmişti. Aybüke ve halk artık kalenin içindeydiler. Askerler korkmuşlar ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Aybüke yüksek bir yere çıkarak ''Ülkeyi terk ederseniz canınızı bağışlayacağım! Yoksa hepinizi ateşimle yakıp bu güzel halkı sizin elinizden kurtaracağım!” diye yüksek bir sesle bağırdı. Komutanları ne kadar gitmeyin dese de askerler çaresiz bir şekilde kaleden koşarak kaçıyorlardı. Komutanları son bir hamle ile Aybüke'nin üzerine atlamaya çalışsa da halk Aybüke'nin güç kullanmasına gerek kalmadan komutanı etkisiz hale getirmişti.
Artık bu güzel ülke barbar insanlardan kurtulmuş, eski günlerine dönmeye başlamıştı. Aybüke ise bu ülkenin kadın hükümdarı olarak hayatının sonuna kadar halkın adil ve mutlu olmasını sağlayacak şekilde ülkesini yönetmiş ve yüzyıllar boyunca anlatılan büyük bir efsane haline dönüşmüştü. (Ela Öz/Hayate Hanım İlkokulu/ 4/C)
Yavuz Selim SAKA/ Mahmutlar Halil Ülker İlkokulu/ 4/A
BOZKIRA HUZUR SALAN SALUR KAZAN
OĞUZELİ’NİN yiğit beyi ok ustasıydı. Atıyla dört nala koşarken havada uçan kuşu vurur, obasını av hayvanlarıyla doyururdu. Ulaş Han, gökyüzünün masmavi olduğu güzel bir günde avlamak ve obasında toylar kurdurup aşlar yedirmek için atına binmişti. Alpleriyle Kızıl Orman’a gidiyordu. Derler ki Ulaş Han, avının peşine giderken gökten süzülen bir kartal gibi fark edilmeden hamlesini yapardı. Alplerine çok sessizce onu takip etmelerini söylemişti. Sanki yere basmıyor adeta ormanın yüzeyinde uçuyor gibiydi. Etrafta hiç ses yoktu. Ormanın derinliklerinden gelen sesler bile duyulabiliyordu. Artık av için her şey hazırdı. Uzaktan bir geyiğin sesi duyuluyordu. Okunu hazırlamış avına doğru ilerlerken o sessizliği yırtan bir sesle durdular.
- Beyim, Beyim neredesin? Sana bir haberim var Ulaş Han’ım…
Hamza Alp, sesin geldiği yere en yakın olandı. Atıyla dört nala gelen obanın ulağı Hasan Alp’i görmüş ve eliyle, koluyla onu uyarıyor bağırmamasını, sessizliği bozmamasını istiyordu. Fakat ulağı susturmak mümkün olmuyordu. Ulaş Han, avını pençesinden kaçırmış bir aslan kükreyişiyle:
- Bırakın gelsin bakalım neymiş bu kadar önemli olan…
Hasan Alp:
- Beyim müjdeler olsun, müjdeler olsun…Yüce Allah size bir oğul verdi. Gök gözlü, bozkır tenli yiğit bir oğul…
Ormanın sessizliğini bozan ulağın sesinden çok daha yüce bir ses duyuldu Ulaş Han’dan:
- Allah’ım sana şükürler olsun…
Alpler birbirlerine sarılıyor beylerini tebrik ediyorlardı. Avı bitirip, atlarına atladılar. Uçarcasına hemen obaya döndüler.
Ulaş Han, çadırına girdi ve oğlunu kucağına aldı. Kulağına ezanı okuduktan sonra senin adın Salur Kazan dedi. Salur Kazan, kısa zamanda serpilip büyüdü. Kuvvetli bir genç oldu. Obadaki hiç kimse onu at yarışlarında geçemedi. Yayıyla fırlattığı okları kimse fırlatamadı. Güreşte karşısına çıkan yiğitler yerden kalkamadı. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Ulaş Han, artık yaşlandı. Salur Kazan, oba işlerinde babasına daha çok yardım eder olmuştu.
Komşu obalardan yayılan bir haber halkın içindeki korkuya korku katıyordu. Endişe bütün obaları etkisi altına alıyordu. Koyun sürüleri yok oluyor, at yavruları kayboluyordu. Geçimini hayvancılıkla sağlayan bozkır halkları otlaklara gitmeye korkar olmuşlardı. Bu kara haber Salur Kazan’ın obasına da ulaştı. Ulaş Han artık ayakta duramıyor, elden ayaktan düşmüş, yataktan çıkamıyordu. Beylerden Afşin Bey, Karatolgalı Bey, Baykozan Bey, Aktolgalı Bey bu kötü günlerde obanın başında güçlü bir beyin olması gerektiğini Hanlarına ilettiler. Ulaş Han, Beylerin teklifini düşündü ve bu kara günlerde obanın başında güçlü birinin olması gerektiğini, oğlu Salur Kazan’ı yerine Hakan olarak teklif ettiğini açıkladı. Bütün Beyler oylama yaptı ve Salur Kazan Bey oldu.
Bozkırdaki bütün obaları saran, boy beylerini göçe zorlayan bu bela genç Hakan Salur Kazan’ın obasına dayanmıştı. Oba halkı huzursuzlanmaya başlamıştı.
Salur Kazan bir sabah erkenden kalktı, daha gün aymamıştı. Bozkırı adeta yaşanmaz hale getiren bu belaya çare bulmalıydı. Atı Börü’yü hazırladı. Yanından hiç ayırmadığı yayını ve oklarını atının heybesine koydu. Zırhını giydi. Deri bilekliklerini ve kemerini bağlayıp kılıcını kuşandı. Börkünü başına takıp bozkırın o yüksek dağına doğru yola koyuldu. Bu korkuya neden olanı bulmalıydı. Halkını koruyup güven vermeliydi. Günlerce at sırtında gidip dağa tırmandı. Sorun her neyse burada olmalıydı. Çünkü o korkulu dehşet olayları yaşayan çobanlar bu dağı işaret ediyordu. Kış henüz başlamıştı fakat dağa tırmandıkça kar ve tipi artıyordu. Birden dağdan çığ iner gibi üzerine bir beyazlığın geldiğini gördü. Üzerine doğru gelen şeyin büyük bir kurt olduğunu fark etti. İyice yaklaştığında birde ne görsün! Daha önce böyle bir şey ne duymuş ne de görmüştü. Kurt iki başlı ve çok büyüktü. Kulakları sağır eden bir hırıltı ile yaklaşıyordu. Korkusuz Salur Kazan yayını çıkardı ve üç ok yerleştirdi. Üzerine doğru hızla koşan canavara doğrulttu ve yayı gerebildiği kadar gerdi. Ya Hak! diyerek bıraktı. Üç oktan biri kurdun sol gözüne, diğeri sağ gözüne ve üçüncü ok ise alnının tam ortasına saplanmıştı. Kurdun hırıltısı çığlığa dönüştü ve Kazan’ın ayaklarının önüne serildi. Kılıcını çıkaran Yiğit Hakan, binlerce hayvanın katili olan ve bozkıra korku salan kurdun boynuna vurarak bedeninden ayırdı. Kurdun iki başını da bir iple atına bağlayıp sürüyerek obasına doğru yola koyuldu.
Bu arada Salur Kazan’nın yurtlarına bir kara basan gibi çöken bu belayı defetmek için gittiği haberi bütün bozkıra yayılmıştı. Bozkırın korkusuz Hakan’ı atının arkasına iple bağladığı ve sürüyerek getirdiği çift başlı kurt kafasıyla obaya girdi. Kalabalığa doğru ilerledi bir eline kılıcını diğer eline yayını alarak,
- Artık huzur içinde uyuyabilir, yaylaklarınıza çıkabilirsiniz! dedi.
Günlerce toy kuruldu, aşlar yenildi. Dedem Korkut geldi kopuzunun tellerine vurdu.
Büyük dağdan inip geldi koca kurt,
Çift başıyla saldırdı beyaz kurt,
Salur Kazan ok atıp başın kesti.
Ey yiğitler, söylen var mı Salur gibi?
- Salur Kazan Beyim çok yaşa! Salur Kazan Beyim çok yaşa! sesleri bozkırı inletti.
O günden bugüne bozkır halkı huzur ve güven içinde yaşadılar. (Yavuz Selim SAKA/ Mahmutlar Halil Ülker İlkokulu/ 4/A)
Deniz Talan/ Nezihat Abdullah Doğan İlkokulu(4/C
KAYIOĞLU BAYINDIR HAN
BİR zamanlar Oğuz ülkesinde Kayıoğlu Bayındır adında kendine oldukça güvenen bir yiğit varmış. Bu yiğit herkese kafa tutarmış. Obanın diğer yiğitlerine meydan okur, herkesi obanın otlağında güreşe davet edermiş. Burnu o kadar havadaymış ki dağları kendi yaratmış gibi davranırmış.
Gel zaman git zaman bir bahar bayramında av şöleni düzenlenmiş. Bayındır her zamanki gibi bu avda en büyük hayvanı kendisinin avlayacağını iddia etmiş. Obanın bütün yiğitleri Tanrı Dağı’na dağılmışlar. Dedem Korkut yiğitlere gün batımına kadar süre vermiş.
Zaman su hızıyla akıp geçmiş. Obanın bütün yiğitleri geri dönmüş. Bayındır geri gelmemiş gece her yer aranmış. Bayındır bulunamamış. Gün ağarınca diğer yiğitler onu aramaya koyulmuş. Bayındır bir av peşinde iken büyük bir çukura düşmüş, ayağa kalkamaz olmuş. Bütün gece yardım çığlıkları Tanrı Dağı’nda yankılanmış.
Bayındır, obanın diğer yiğitleri tarafından kurtarılmış. Dedem Korkut Bayındır’ı karşısına alıp, boy boylamış, soy soylamış, bakalım ne demiş:
- Oğul Bayındır, güvendiğin yiğitliğin, gençliğin ve kuvvetin seni aldatmasın, kanmayasın. Çok seneler yaşa! Obadaki diğer yiğitler yoldaşın olsun. Seni kurtaran Bamsı Alp Kan gardaşın olsun. Kimseyi küçük görme, kendini büyük görme. Bizden büyük Allah var. Boyun boylansın, soyun soylansın. (Deniz Talan/ Nezihat Abdullah Doğan İlkokulu(4/C)
Mehmet Ege YILMAZ/ Şehit Coşkun Nazilli İlkokulu/4/A
HAZAR HAN’IN ÖYKÜSÜ
ÇOK uzun seneler önce Anadolu’nun güneyinde Dodurga isimli bir boy yaşarmış. Bu boya mensup Hazar Han isimli genç bir savaşçı varmış. Çok küçük yaşlardan itibaren saygın bir bey olan babası tarafından sert savaş koşullarına göre yetiştirilmiş. Gidilen seferlerde düşmanla daima en önde çarpışan cesur mu cesur, korkusuz bir savaşçıymış. Kısa sürede ünü yayılmış. Meydan savaşlarında düşmanlar onun karşısına daima en güçlü askerlerini çıkarsa da Hazar Han damarlarındaki savaşçı kanı ve cesareti ile önüne gelen herkesi yenmiş. Düşmanlar onun karşısına bazen özel eğitimli askerlerini bazen de başka ülkelerden getirdikleri devleri çıkarmış ama bir türlü Hazar Han’ın bileğini bükebilen olmamış.
Bir gün Hazar Han yine sefere gitmiş. Artık babası kocamış ve ordunun baş beyi kendisi olmuş. Çölleri geçmişler, gölleri geçmişler, ormanları geride bırakmışlar... Bu kez düşman topraklarına varmadan önce aşılması gereken koca bir dağ çıkmış karşılarına. Bu dağı aşmaktan başka çareleri yokmuş. Fakat askerler uzun bir yolculuk yaptıkları için yorgun düşmüş. Eğer dinlenmezlerse dağı aşamayacakları için Hazar Han ordusunu dinlendirmeye karar vermiş. O gece dağın eteğine yurt kurulmuş ve ateşler yakılıp gecenin geçmesi beklenmiş. Hazar Han bir süre uyuduktan sonra bir ses duymuş ve gözlerini açmış. Ses çok tiz bir şekilde geliyormuş ve gittikçe uzaklaşıyormuş. Hazar Han hemen otağından çıkmış ve sesin kaynağını aramaya koyulmuş. Bu bir kadın sesiymiş, Hazar Han ne duyduğunu anlamamış çünkü ses uzaktan ve ince geliyormuş. Ama o sesin onu çağırdığına emin olmuş ve sesi takip etmiş. Sivri taşları aşmış, dağın eteğinde epeyce yol almış ve askerlerinden uzaklaşmış. O sırada herkes uyumaya devam ediyormuş. Hazar Han, bir mağaranın kapısında bulmuş kendini. Sesler mağaraya kadar gelmeye devam etmiş ama o an kesilmiş. Kadın içerde olmalı diye düşünmüş Hazar Han ve içeri girmeye karar vermiş. Tam o sırada içerden beyaz bir elbise içinde adeta ay kadar parlak yüzlü, gözleri simsiyah, yürüyüşü periler gibi olan güzeller güzeli bir hatun çıkagelmiş. Hazar Han, bu güzellik karşısında kısa süreli bir baygınlık geçirecek gibi olmuş. O güçlü, kudretli savaşçı Hazar Han’dan hiç eser yokmuş bu hatun karşısında. Bir anda dili tutulmuş ve ne diyeceğini bilememiş. Bir süre sonra bu güzelliğin sebebiyet verdiği aşkına engel olamamış ve kendini toparlayıp hatuna onunla gelmesini teklif etmiş. Hatun ise gelemeyeceğini söylemiş, çünkü o bu dağın zirvesinde yaşayan bir ejderhanın kızıymış. Hatunu elde etmek için Hazar Han’ın bu ejderha ile dövüşüp onu yenmesi gerekiyormuş. Ejderha çok uzun yıllardır kendisini yenebilen bir savaşçıya kızını vermek için bekliyormuş. Ancak bu dağda yaşayan en iyi savaşçılar, kalbini kızına kaptırsa da bir türlü ejderhayı yenemiyormuş. Bu dövüşün gün doğmadan yapılması gerekiyormuş ama dağın zirvesi de bir o kadar uzaktaymış. Hazar Han biraz düşünüp kararını vermiş ve kılıcını kuşanıp dağın zirvesine doğru yürümeye başlamış. Hatun ona eşlik ediyormuş ama hatun Hazar Han gibi kayalıkları aşarken hiç zorlanmıyormuş adeta onların üzerinden kayarmışçasına kolayca geçiveriyormuş. Güneş’in doğmasına kısa bir süre kala Hazar Han zirveye ulaşmış ama yorgunluktan bitap düşmüş ve su istemiş. Hatun ona su getirmiş ve Hazar Han biraz dinlenip ejderhanın gelmesini beklemiş. Ejderha Hazar Han’ı görünce çok şaşırmış çünkü çok yorgun olsa da daha önce hiç bu kadar güçlü kocaman görünen bir savaşçı görmemiş. Sonra Hazar Han kılıcını savurmaya başlamış ve ejderha ile zorlu bir mücadeleye tutuşmuşlar. Güneş doğmak üzereyken kan ve ter içinde kalan Hazar Han, ejderhanın sırtını yere getirmeyi başarmış ve hatunu elde etmeyi başaran tek savaşçı olmuş. Hatun ve Hazar Han, sonsuza dek mutlu bir birliktelik yaşamışlar. (Mehmet Ege YILMAZ/ Şehit Coşkun Nazilli İlkokulu/4/A)
ORTAOKUL
Rukiye YILDIZ/Elikesik Güllü Özbağı Ortaokulu/8/A
ÇAKIR BEY KIZI GÖKÇEN’İN YİĞİTLİĞİ
YILDIZLARIN ışığının, güneşin kudretinin hüküm sürdüğü yeryüzünde, uzak bir Türk boyunda Çakır Bey adında güçlü bir hükümdar vardı. Çakır Bey halkını çok sever, onlara saygı duyardı. Hem kendisi hem de boyunun halkı çok mutluydu. Fakat Çakır Bey’i içten içe kemiren bir dert vardı. Gençliğinin baharındayken doğan minik oğlu Aybar’ı henüz sütten kesilmeden canını teslim etmişti. O günden beri yüreğine gömdüğü, gözlerden ırak yaşadığı bir yas vardı.
Günlerden bir gün bütün boyu gök mavisi çiçekler kapladı. Çakır Bey’in güzeller güzeli bir kızı oldu. Çakır Bey kızı için kırk koyun kestirdi. Otağlar kuruldu. Kırk boydan kırk bey geldi. Dede Korkut da geldi. Bakalım ne dedi:
Ey Yiğit Çakır Bey!
Boyun, soyun daim olsun.
Allah Teala sana bir kız evlat vermiş.
Adı Gökçen olsun.
Adını ben verdim.
Yaşını Allah versin.
Aylar ayları, yıllar yılları kovalamış, Gökçen büyümüştü. Gözlerinde fırtınalar kopan, şimşekler çaktıran, kılıcında yıldızların parlaklığı ve ateşin kudreti olan, gülümsemesinde bin bir melek eğleşen bir genç kız olmuştu. Gökçen cesareti ve iyi yürekliliği ile tanınırdı.
Çakır Bey bir gün komşu obanın beyi Uğru Han ile ava çıkmıştı. Fakat Uğru Han’ın niyeti av avlamak değil, Çakır Bey’i esir etmekti. Uğru Han, Çakır Bey’i esir edip orman içinde işkenceler çektiriyordu.
Çakır Bey’den haber alamayan Gökçen, yanına kırk yiğit kızı alarak babasının avlandığı dağlara çıktı. Uğru Han’ın avlağında babasını ararlarken küçük bir oğlancık buldular. Oğlancığa sordu: “Adın nedir? Kimlerdensin? Bu ufacık boyunla ne ararsın koca ormanda?” dedi. Oğlancık cevap verdi: “Adım Atıgay’dır benim. Uğru Han’ın oğluyum. Babam ve adamları, Çakır Bey’le boğuşurken beni unuttu. Ben de yolumu kaybettim.” Gökçen, duyduklarına şaşırmıştı. Atıgay’ı da yanlarına alarak obalarına döndüler. Oğlancığı obanın hatunlarına emanet etti. Uğru Han’a haber gönderdi:
Gökçen’in haberini alan Uğru Han sinirden küplere bindi. Tek oğlu Atıgay’ı kaybetme korkusu yüreğine oturdu. Gökçen’in çağrısını kabul etti. Dört gün sonra Yücedağ’ın ardındaki otlakta karşı karşıya geldiler. Uğru Han kibirliydi. Topyekûn tüm ordusunu otlağa sevk etti. Gökçen ise kırk yiğit kızla karşısına gelmişti.
Gökçen, koca ordunun içinde esir Çakır Bey’i fark etmişti. Yüzündeki morlukları ve kolundaki dağlama izlerini görmüştü. Gözünden birkaç damla yaş düştü. O sırada Uğru Han, atıyla bir adım öne çıktı: “Ben beyler beyi, hanlar hanı Uğru Han! Sen kimsin ki benim gözümden sakındığım oğlumu kaçırmaya cüret edersin ey hatun!” Gökçen de atını bir adım ileri sürdü: “Asıl sen kimsin bre gafil! Hanlar hanı Çakır Bey’i kaçırma hadsizliğine düştün.”
Uğru Han, “Bu yurt iki obaya dar.” deyip ordusunu Gökçen ve kırk yiğit kızın üstüne sürdü. Cenk başladı. Gökçen’in gözlerindeki fırtına sesleri duyuldu. Kırk kız, Uğru Han’ın ordusuna ucu alevden oklar atıyordu. Gökçen ile kırk yiğit kız, amansız bir savaşa girmişti. Vuruşa vuruşa, can vere vere yarıya düşmüşlerdi. Yücedağ’a doğru çekiliyorlardı. Tam umutlar tükenmişken Yücedağ’ın eteklerinden Çakır Bey’in obası akın etti. Uğru Han’ın ordusunu bir kurt sürüsü gibi kuşattı. Büyük kayıplar veren Uğru Han diz çöktü. Gökçen atından inip kılıcını Uğru Han’ın boynuna dayadı ve dedi ki: “Sen babamı kaçırdın, ben oğlunu kurtardım. Sen babama işkence ettin, ben oğluna sahip çıktım. Herkes bugünleri unutacak ama sen asla.”
Çakır Bey, Atıgay ve ordusuyla birlikte obasına döndü. Gökçen’in yiğitliğini duyan Dede Korkut geldi. Bakalım ne dedi:
Uğru Han geldi yurdu işgal için.
Bin bir hileyle Çakır Bey’i tutsak etti.
Kırk yiğit kız ile çıktı yola
Kahramanlığına cümle hanlar gıpta etti.
Hak Teala lütfetti.
Bir de Atıgay derler yiğit evlat buldu.
Bu obanın hükümdarı bundan sonra sensin. Atıgay’ın anası, atası sensin. İlk kadın hükümdar; yolun, bahtın açık olsun.
Gökçen’in hanlığı şerefine kırk deve kurban edildi. Dört bir taraftan hanlar toya geldi. Otağlar kuruldu. Gökçen Han’ın namı cihana duyuruldu. (Rukiye YILDIZ/Elikesik Güllü Özbağı Ortaokulu/8/A)
Mine Sena YILMAZ/ Kestel Akdeniz Ortaokulu/6/A
BARIŞ HAN
ÇOK eski zamanlarda doğan bebeklere doğduğu anda değil, büyüyünce yaptığı kahramanlıklara veya özelliklerine göre isim verilirmiş. Bu gelenek asırlar boyu böyle süregelmiş. Geleneğin uygulandığı hikâyelerden biri ise Barış Han’ın hikâyesiymiş. Gelin size bu hikâyeyi anlatalım:
Çok eski zamanlarda bir oba varmış. Her oba gibi bu obanın da bazı kuralları varmış. Bu obada insanlar aileleri ile birlikte yaşarmış. Bu ailelerden biri ise Akçe Han ve Gülşen Sultan’ın ailesiymiş. Bu ailenin bir kızı varmış. Ailesi kızlarını yani Gülşah’ı çok severmiş. Gülşah, ismini bir kahramanlık göstererek almamış. Yüzünden gülmeyi hiç eksik etmediği için Dedem Korkut tarafından ona bu ad layık görülmüş. Dedem Korkut bu zamanların ve bundan evvel yaşayanların da söylediği gibi bilgili, tecrübeli, görgülü bir insanmış. Herkes tarafından sevilir ve sayılırmış. Çok bilgili bir insan olduğu için ve yöredeki tüm obaların adetlerini bildiğinden her aile çocuğuna isim verirken Dedem Korkut’u çağırırmış.
Gelelim Akçe Han’a… Akçe Han mutluymuş, mutlu olmasına ancak bir oğlu olmasını çok istiyormuş. Bu yüzden her gece Allah’a dualar eder, yalvarırmış. Allah, en sonunda Akçe Han’a bir erkek evlat nasip etmiş. Akçe Han bu duruma o kadar çok sevinmiş ki hemen bir toy düzenleme kararı vermiş. Verdiği ziyafette yok yokmuş. Yedi gün yedi gece durup dinlenmeden toy devam etmiş. Obanın ileri gelenleri Akçe Han’ı kutlamış. Akçe Han açları doyurmuş, giysisi olmayanları giydirmiş. Obada kim var ise herkesin ihtiyaçlarını gidermiş ve Allah’a hiç durmadan şükretmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş olacak ki Akçe Han’ın oğlu tam on bir yaşına gelmiş. Ancak küçük oğlancığın hâlâ bir ismi yok imiş. Bu durum ufaklığı pek üzüyormuş. İsmini kendi bileğinin gücü ile hak etmek istiyormuş.
Akçe Han’ın obasında her yıl Nevruz’da şenlikler ve yarışmalar düzenlenirmiş. Bu yarışmalara her yaştan insan katılır, kıyasıya yarışırlarmış. Akçe Han’ın oğlu da bu yarışlara katılmaya pek hevesliymiş. Gücünü sınamak, kendini oba halkına kanıtlamak istermiş. Obanın beylerinden Karahan’ın oğlu Veysi ise bozgunculuk etmeyi severmiş. Bu yönüyle ün salmış. Adını duyan kaçacak delik ararmış. Obanın halkını yaptığı uğursuzluklarla canından bezdirmiş. Uzun zamandır da el içine çıkmaz, kimseye görünmezmiş, neredeyse unutulup gittiği bir anda şenlik günü çıkagelmiş. Yarışlardan ilki dağa tırmanma yarışıymış. Akçe Han’ın oğlu bir hevesle yarışa katılmış. Karahan’ın oğlu Veysi de yarıştaymış. Veysi herkese kaba davranıyor ve çeşitli hilelerle rakiplerini zorluyormuş. Yarışmacılar birer birer elenmeye başlamış. Kala kala bizim Akçe Han’ın oğlu ile Karahan’ın oğlu Veysi kalmışlar. Akçe Han’ın küçük oğlancığı küçük olmasına küçükmüş ancak yüreği sevgi ve merhametle dolar taşarmış. Aslında Akçe Han’ın oğlu kendini göstermek için bir fırsat yakalamış ancak Veysi’nin tüm oba halkı tarafından sürekli dışlandığını da bildiğinden yarışı onun kazanması için geri durmuş. Veysi’nin yarışı kazanmasına razı olmuş ve Veysi zirveye ulaşmış. Peşi sıra bizim Akçe Han’ın oğlu da zirveye çıkmış. Veysi, Akçe Han’ın oğlunun yarışmayı bilerek kaybettiğini anlamış. Onun da yüreği merhametle dolmuş. Veysi özünde iyi bir insanmış ancak dış görünüşü yüzünden toplumdan dışlanmış, bu onu zamanla acımasız biri hâline getirmiş. Ancak Akçe Han’ın küçük oğlunun bu davranışı onu pek duygulandırmış. Yüreği yumuşamış. Karşılıklı el sıkışıp sarılmışlar. Oba halkı şaşkına dönmüş. Hep birlikte alkış tutmuşlar. Akçe Han’ın oğlunun bu davranışını gören babası, Dede Korkut’u çağırmış. Dedem Korkut gelmiş, Akçe Han’ın oğluna demiş: “Ey oğul! Obana barış getirdin, senin adın bundan sonra Barış olsun. Adını ben verdim, yaşını Allah versin.”
Veysi ile oba halkının barışını sağladığı için Barış Han’a minnettar kalan Veysi, herkese bir söz vermiş: “Yıllardır dışlandığım oba ile bağımı kuran Barış Han’a teşekkür ederim bir daha hiç kimsenin canına da malına da zarar getirmeyeceğime ve herkese de elimden geldiğince yardım edeceğime söz veriyorum.” demiş. Bundan sonra oba halkının mutluluğu ve yardımlaşmanın verdiği sevinç duyguları gözlerinden okunur olmuş. Herkes Barış Han’ın sayesinde huzur ve mutluluk içerisinde bir ömür geçirmiş.
(Mine Sena YILMAZ/ Kestel Akdeniz Ortaokulu/6/A)
Yaşar Giray ERGİN/Milli Eğitim Vakfı Güleç Demirel Ortaokulu/6/A
GİRAY DESTANI
ESKİ Oğuz Türkleri zamanında düşman baskısı altındaki Oğuz boyları zor durumdaydı. Düşman ordusu güçlüydü, Ahmet Han ve yiğitleri düşmanı püskürtmeye çalışıyorlardı. Tüm gayretlerine rağmen yetersiz kaldıkları sırada karısı doğum yapmıştı. Yeni doğan bu yiğit bebeğe Giray adını koymuşlardı.
Aradan uzun zaman geçmiş ve Giray büyümüştü. Babasının ona asker olarak verdiği on yiğitle ormana avlanmaya giden Giray yiğitleriyle iki iri geyik avlamıştı. Bu geyikleri iki iri alageyik avlamıştı. Geyikleri babasına hediye olarak götürürken annesinin amansız bir hastalığın pençesine düştüğü haberini almış ve adeta kahrolmuştu. Obanın en önde gelen akıl hocası bilge Dede Korkut, Giray’ı yanına çağırıp sevgili anacığının nasıl derman bulacağını ona anlattı. Çok uzaklardaki bir ülkede bir çiçek vardı. Bu çiçek şifası ile ünlüydü. Her iklimde ve toprakta yetişmeyen bu çiçeğin adını duyan Giray, canı pahasına onu annesine getireceğine söz verdi. Çiçeği almak için düşman topraklarından geçmesi gerektiğini bilen Giray, yiğitleriyle yollara düştü. Gündüz dinlenip gece at sürüp; dağlar, nehirler, uçsuz bucaksız ovalar geçen Giray ve yiğitleri, sonunda çiçeği bulup dönüş yoluna geçmişlerdi.
Obasına az bir mesafe kala Giray ve yiğitlerinin önüne büyük bir düşman ordusu çıktı. Onlarla savaşıp vuruşmak, hatta ölmek yiğit Giray’ın aklına bile gelmedi. Onun aklı anasında, anasına şifa olacak kesesindeki çiçekteydi. Kendilerinden neredeyse bin kat daha kalabalık düşman ordusuyla gücünün son damlasına kadar vuruşan Giray ve yiğitleri sonunda düşmanı yenip az bir kayıpla obalarına ulaştılar. Dede Korkut’a elindeki keseyi veren Giray’ın yüzünde annesinin iyileşeceği ümidi belirmişti. Dede Korkut çiçeği taş değirmende öğütüp içine kendi diyarındaki birkaç şifalı otu da ekleyip Giray’ın zavallı annesine içirdi. Aradan birkaç gün geçince o zavallı kadın sanki hiç hasta olmamış gibi eski sağlıklı günlerine dönmüştü. Bu durum dilden dile dolanıp yiğit Giray’ın namına nam katmıştı. O artık bütün obalarda saygı duyulan ve hatta korkulan bir cengâver olmuştu.
Topraklarını genişletmek için sürekli at süren Giray, obasına aylar sonra dönünce babasının bir gece baskınında düşman tarafından esir alındığını öğrendi. Öfkeden deliye dönen yiğit Giray artık düşmanı sonsuza dek ortadan kaldırmaya ant içer ve askerlerini alarak düşmanın üstüne at sürer. Çetin ve kanlı bir savaş sonucunda düşmanı tamamen yok edip babasını kurtaran Giray, artık bileği bükülmeyen bir kahraman olarak anılır.
Bir zaman sonra komşu Türk boyunun hakanının güzeller güzeli kızıyla evlenen Giray’ın nur topu gibi üç erkek çocuğu dünyaya gelir. Onlarla at biner, avlanır. Babasının ona gösterdiği tüm savaş becerilerini evlatlarına öğretir. Çocukları ile en çok avlanmayı seven yiğit Giray, sofrasına her zaman Dede Korkut’u davet etmeyi unutmaz. (Yaşar Giray ERGİN/Milli Eğitim Vakfı Güleç Demirel Ortaokulu/6/A)
Zümra AZAK/ Okurcalar Berat Hayriye Cömertoğlu Ortaokulu/ 8/A
KIRGI ALP’İN KIRKAYAK KOFERUS’U ÖLDÜRMESİ
ERBATUR Han, oldukça merhametli ve bir o kadar da kudretli bir beydi. Oğuz boyları tarafından saygı görürdü. Bir gün bir oğlu oldu ancak töre gereği oğluna hemen isim veremiyordu. Öncelikle oğlunun bir kahramanlık yapması, aldığı ismi hak etmesi gerekliydi. Erbatur Han, bunun bilincinde bir beydi. Karısına: "Oğlumuzda o ışığı görüyorum, sen hiç tasalanma isimsiz oğlan olarak kalmayacak bizim balamız." derdi hep.
Erbatur’un oğlu büyüdü ancak annesi umutsuzdu çünkü oğulları kısa ve çelimsizdi. 17 yaşında olmasına rağmen yaşıtlarından çok kısaydı. 4 karış boyu vardı ama çok çevikti. O kadar çevik hareket ediyordu ki annesi bazen “Oğlum da bir isim alabilir mi?” diye ümitleniyordu. Erbatur Han, oğlunun çalışmasını takdir ediyordu.
Üç vakte kadar büyük bir cenk olacaktı. Bunun için demircinin boy beylerine kılıç yapması gerekiyordu. Ama asıl önemli olan yenilmezlik kılıcına kimin sahip olacağıydı çünkü bu kılıcı alan bütün beylerin başı olacaktı. Herkes bu kılıca sahip olmayı istiyor lakin bu o kadar kolay olmuyordu. Kılıcın demirinin giden dönmez mağarasından alınması gerekiyordu ve giden dönmez mağarası ölüme denkti. Oraya daha önce nice alpler isim alabilmek, beylerin başı olabilmek ve o değerli demire sahip olabilmek için gitmeyi deneseler de çoğu dönememişti. İçeride dev bir kırkayak olduğu ve bu kırkayağa da “Koferus” denildiği biliniyordu.
Koferus, yılda bir defa mağaradan çıkıp kırk ayağından bir tanesini obalardan birinin üzerine kabus gibi indiriyor, orayı yerle bir ediyordu. Ahali, acaba bir gün bizim üzerimize de Koferus gelir mi, diye korku içindeydi. Kılıcın demirinin Koferus’un mağarasında olması da halkın cesaretini kırıyordu. Bu gidişle hem cengi kaybedeceğiz hem de kırkayaktan kurtulamayacağız diye ahali ümitsizliğe kapılmıştı. Ancak Erbatur’un oğlu korkusuzdu. Bu durumu duyunca kendisini göstermek için bir fırsat olarak görerek bu görevi üstlendi. Annesi ‘Etme, gitme!’ dese de dinletemedi. Yanına çok sevdiği saks bıçağını aldı ve babasının ona verdiği kılıcı kınına sokup kuşandı. Eline bir meşale alıp yola koyuldu ve giden dönmez mağarasına ulaştı. 1 ya da 2 dakika sonra ayağında bir cıvıklık hissetti. Meşaleyi yaklaştırıp baktı ve yanlışlıkla da olsa bir kırkayağı ezdiğini gördü. Ancak buna aldırış etmedi ve yoluna devam etti. 10 dakikalık bir yürüyüşün ardından gördüğü ilk demiri gözüne kestirmişti. Ona 2 kese demir lazımdı ve ilk demirini kesesine çabucak attı. Biraz ilerleyince diğer kesesini de doldurdu. Tam dönecekken bir anda ayağının altından bir şeyler geçti. Baktığında birçok böcek ve farenin çıkışa doğru hızla ilerlediğini gördü. Eli istemsizce babasının verdiği kılıcına gitti çünkü bu ona huzur veriyordu. Bir ses duydu, bir parçalanma sesi… Bunu duyan Erbatur’un oğlu hızla sesin geldiği yere doğru ilerledi. Erbatur oğlu kan ter içinde kalmıştı. Korktuğu başına gelmişti; karşısında devam etmesine engel olan, gövdesi 40 metre uzanan ve her bir bacağı 1 metreyi bulan, yerdeki leşini yemekle uğraşan bir kırkayak gördü. Bu Koferus’tan başkası olamazdı. Erbatur oğlu bir hışımla kılıcını çekti savurdu da savurdu. Kıyasıya bir dövüş yaşandı, ayağından darbe almasını bile umursamayarak, dövüşüyordu. Erbatur’un oğlu bir darbe daha aldı ve tam kırkayak onun işini bitirecekken hızlılığının verdiği avantajla Koferus’un 40 ayağını 40 parçaya ayırdı. Erbatur’un oğlu son olarak kabzasından ustaca çıkarttığı saks bıçağını bir şahin edasıyla Koferus’un gözüne fırlatıp attı. Kırkayak oracıkta can verdi ve kocaman 40 metrelik gövdesi yere yığıldı.
Erbatur’un oğlu bir elinde dev kırkayak Koferus’un gözü, bir elinde bileğine bağladığı 2 adet demir kesesi ve sönen bir meşale ile yer yüzüne adım attı. Güneş gözünü kamaştırıyordu. Bir süre sonra etrafı net görür hale geldi ve otağa gidip Erbatur Han’a yaşadıklarını anlattı. Erbatur Bey oğluyla gurur duydu ve hep beraber Dede Korkut’un yanına gidip olanları anlattılar. Dede Korkut şu sözleri söyledi:
- Senin ismin bundan böyle Kırgı Alp olsun, ismini ben verdim, yaşamını Allah versin hayırlı, uğurlu olsun Kırgı Alp.
Olanları duyan halk Kırgı Alp’e saygı duydular. Yenilmezlik kılıcını kuşanan Kırgı Alp artık tüm beylerin başı olmuştu. Sadece halk değil, annesi de çok gururlanmıştı. Kırgı Alp kendini kanıtlamış ismini Dede Korkut’tan, yaşamını Allah’tan almıştı… (Zümra AZAK/ Okurcalar Berat Hayriye Cömertoğlu Ortaokulu/ 8/A)
LİSE
Rüya BEĞER/ Hüseyin Girenes Fen Lisesi/ 10/C
SAKLI LUGÂT
BİRÇOĞUMUZ sosyal, tarih veya edebiyat dersinden aşinayız Dîvânu Lugâti't-Türk'e. Bize bunu anlatırken bunun Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan bir sözlük olduğu söylenir. Peki sözlük denildiğinde aklımıza neler geliyor? Dîvânu Lugâti't-Türk sadece bir sözlük mü? Zihnimizde canlanan sözlük tanımına uyuyor mu?
Eğer bana "sözlük" denildiğinde aklına ne geliyor derseniz size şöyle bir tanım yaparım: "Kelimeler ve bu kelimelerin anlamlarının açıklandığı tanımlar kitabı." Belki de birçok kişi buna benzer cümleler söyler. Peki ya Dîvânu Lugâti't-Türk? Evet aslında bu da böyle bir sözlük ama sadece bu görevi görmüyor. Diğer görevleri neler peki? Hemen söyleyeyim. Bir sözlük olmanın yanında içinde yazıldığı devirdeki kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk tarihine, mitolojisine, coğrafyasına, halk edebiyatına, tıp bilgilerine ve tedavi usullerine dair bilgi veren ansiklopedik bir eserdir. Yani kısacası basit bir sözlükten fazlasıdır.
Ben bir kelime veya bir kitap arıyorsam ona kolayca ulaşmak isterim. Aksi takdirde ona ulaşmak için o kadar uğraşırım ki bir süre sonra yorulur ve bırakırım. Bence sizden bazıları da böyle düşünüyordur. Bu gibi olayların olmaması için günümüzde yerine göre farklı sınıflandırma ölçekleri vardır. Örnek vermemi isterseniz alfabeye göre sıralama, konuya göre sınıflandırmayı örnek verebilirim sizlere. Peki Dîvânu Lugâti't-Türk'te böyle bir kolaylık var mı, hiç düşündünüz mü? Ben merak ettim bu sözlük ne kadar büyük, düzenlemesi nasıl araştırdım. Merak edip araştırmayanlar ve hiç merak etmeyenler için şöyle bir bilgi verebilirim. Dîvânu Lugâti't-Türk yaklaşık 8000 madde başı içermekte ve el yazması nüshası büyük boy 319 varaktır. Varak sayfa demek bilmeyenler için bunu da belirtmiş olayım. Tabii ki Kaşgarlı Mahmut da bunu belli bölümlere ayırmış. Hadi bu büyük sözlüğü nasıl bölümlere ayırmış ona bakalım. Kaşgarlı Mahmut şöyle diyor: "Ben bu kitabı hikmet, seci, atalar sözü, şiir, recez, nesir gibi şeyler ile süsleyerek hece harfleri sırasında tertip ettim. ... Bu lügat kitabını baştan sonuna kadar sekiz ayırımda topladım." Hadi şimdi de bu sekiz ayırıma bakalım.
1. Hemze kitabı
2. Salim kitabı
3. Muzaaf kitabı
4. Misal kitabı
5. Üçlüler kitabı
6. Dörtlüler kitabı
7. Gunne kitabı
8. İki harekesiz harfin birleşmesi kitabı.
O zamanlar Kaşgarlı Mahmut bu düzenlemeyi düşünemeseydi ne olurdu? Kimse bu eserden yararlanır mıydı? Günümüze kadar ulaşıp bizlere bu sözlükten bahsedilir miydi? Bence bölümlere ayrılmamış karışık bir eser olsaydı kimse bundan faydalanamaz ve eleştirirdi. Belki de bu eleştirilerden dolayı böyle büyük bir eser olamayacak ve bizlere ulaşamayacaktı.
Haritaları biliyorsunuzdur birçok türü vardır. Eğer harita üzerinden bir konu anlatılacaksa dünya haritası veya kendi ülkemizin haritası üzerinden gideriz. Sizi bilemem ama ben genelde bu iki haritayı duydum bu zamana kadarki eğitim hayatımda ama başka haritalar da varmış. Hangi haritadan bahsettiğimi söylüyorum: Kaşgarlı Mahmut'un Dîvânu Lugâti't-Türk'te resmettiği harita. Bu harita da aslında bir dünya haritası ama bu haritada Balasagun merkez alınmış ve o dönem Türklerinin yaşadıkları bölgeler ve dağılımlarını göstermektedir. Çok eski zamanlarda dünyanın şekli tartışılırdı bunu birçoğumuz biliyordur. Kimileri düz bir tepsiye kimileri bir boğanın boynuzları üzerinde olduğunu söylemiştir. Dünyanın şekli çizilen dünya haritalarının şeklini de etkilemez mi? Bana sorarsanız etkiler. Çünkü bizler bir şeyi çizerken kendi inandığımız ve hayal ettiğimiz şeylere göre çizeriz. En azından ben öyle düşünüyorum. Kaşgarlı Mahmut harita çizdiğine göre neye inanıyordu ve bu haritayı nasıl çizdi? Şöyle çizmiş; Kaşgarlı Mahmut'un çizdiği bu harita yuvarlak şekilde yani dünyanın yuvarlak olduğunu düşünüyor. Buradan yola çıkarsak o zamanlarda Türkler dünyanın yuvarlak olduğunu biliyordu.
Bu yazımı bitirmeden önce sizlere bir konudan daha bahsetmek istiyorum. O da takvimler. Konumuzla ne alakası var diye düşünebilirsiniz ama aslında var. Şöyle ki takvimlerin aslında hayatımızdaki yeri büyüktür. Hatta Türklerin bulduğu bir takvim de var: On iki hayvanlı Türk takvimi. Bu takvimde belli yıllar bazı hayvanlar tarafından simgelenmiştir. Siz yaptınız mı bilmiyorum ama benim çok iyi hatırladığım bir şey var o da bizim bu konuyu işlediğimiz zaman ödev olarak eve geldiğimizde doğduğumuz yılın hangi hayvana denk geldiğine bakmak olurdu. Bu takvimin konumuzla alakasına gelmem gerekirse şöyle açıklayabilirim sizlere. İlk başlarda da söylediğim gibi bu eser yalnızca bir sözlük değil işte bu özelliğini burada da gösteriyor. Kaşgarlı Mahmut bir kelimeyi açıklamış ve bu kelimenin on iki hayvanlı takvimdeki bir hayvan olduğunu belirtmiş. Bunun üzerine bu eserine on iki hayvanlı Türk takvimi de eklemiş ve bu takvimi açıklamıştır. (Rüya BEĞER/ Hüseyin Girenes Fen Lisesi/ 10/C)
Emine BERK/ Hasan Çolak Anadolu Lisesi/ 12-H
KAŞGARLI MAHMUT’UN HAZİNESİ
EMİNİM ki Divan-u Lügati’t Türk adını mutlaka duymuşsunuzdur. Bunun nedeni yalnızca Türkçenin ilk sözlüğü ve dil bilgisi kitabı olmasından ileri gelmiyor. Eserin içinde hemen hemen her şeyi barındırması onu ilginç kılan unsur olsa gerek. Düşününce insan şaşırmıyor da değil. Neden mi? Neden olacak efendim, o dönemde bir gezgin olmanın zorluğu yetmezmişçesine bir de her yörenin gelenek ve göreneğini yansıtan kesitleri o yörenin dil özellikleriyle kaleme almak her babayiğidin harcı değil en nihayetinde. Başka kültürü yansıtmak da çetin iştir elbette. Doğduğumuz, suyunu içtiğimiz, hemen hemen her köşesinde anı biriktirdiğimiz coğrafyadan bağımsız olmamızın mümkünatı yoktur. Gün gelir memleketini terk-i diyar edersin etmesine de içindeki memleketini yok etmek güç iştir. Dolayısıyla bambaşka diyarları anlatırken de objektifliğini koruyabilmek, orayı yadırgamamak yabana atılır iş değil doğrusu. Divan-u Lügati’t Türk burada da öne geçmeye başarıyor efendim. Kıyaslama yapmak insanoğlunun doğasında var sanıyorum. Divan-u Lügati’t Türk de eski zamanların sır perdesini öngörmüşçesine kendi haritasını da muhafaza ediyor. Devrin Türk dünyasını gösteren harita önemli bir coğrafi eser olarak da önem arz ediyor. Bundan mütevellit Divan-ı Lügati’t Türk’ümüz sadece edebiyatçıların değil coğrafyacıların, tarihçilerin, sosyologların da takdirine şayan bir niteliğe sahip. Her şeyden önce eserin amacının yüceliği onu başlı başına ölümsüz kılıyor. Zira Araplara Türkçe öğretmek, bizim lisanımızın da onlardan aşağı kalır yanı olmadığını hatta ve hatta Türkçenin bir hazine olduğunu öğretmek için bir eser yazmanın zorluğu hayal edilebilir mi sanki? Onlarca atasözü olsun, deyim olsun, her Türk yöresinde keskin bir fark olmasa da değişen anlayışlar olsun başlı başına bir ömür adayacak türden. Bahsi geçenler ve sayılamayacak raddede fazla olan diğer etmenler göz önüne alındığında önünde referans alabileceği herhangi bir kaynak olmaksızın her şeyi göze alarak yola çıkmak cesarettir. Kaldı ki böylesine büyük bir hedef varken ve kendinden sonraki kaynaklara öncelik edecek bir eser koyacakken oldukça gözü pek olmak Kaşgarlı Mahmut’un boynunun borcu oldu bir nevi. Kaşgarlı Mahmut’un olabilecek tüm ayrıntılara dikkat etmesi ve eserinde ortaya koyması da hem bir zeka örneği hem de gezginlerin kendine has tetikte olma durumunun örneği olabilecek cinsten. Heceden tutun da arzu veznine değin envai çeşit şiire yer vermesi ve bunların tamamıyla olduğu gibi yansıtılması buna en güzel örneği teşkil eder. Sayamayacağım kadar niteliği olduğu muhakkak lakin biraz da sosyolojik açıdan ele alayım bakalım, malum Kaşgarlı Mahmut kadar betimleme yeteneği ne gezer bende? Gelenek ve görenekler üzerine yoğunlaşan güzide eserimiz unutulması muhtemel adetleri nenemin dizinin dibinde dinlermişçesine anlattıkça anlatıyor. Bunun günümüze değin ulaşan yankısıysa o vaktin davranışlarını araştırma imkânımızın doğmuş olması. Sosyal ve edebi anlamda çığır açan eserden söz ediyoruz burada. İslamiyet yayılırken Türkçenin sanıldığı gibi hakir bir dilden ibaret olmadığını tane tane 7500 kelimeyi izah ederek açıklamak bir devrim niteliğindedir. İşte o kadar! İşin garibine geliyorum. Sen kalkıp ince eleyip sıkı dokuyarak bin bir emekle bir eser meydana getir üstüne bunu ülke liderine sun ve kendinden eserde minimum düzeyde bahset! Olacak iş değil ama Kaşgarlı Mahmut’un yaptığı da tam olarak bu. Tüm Türk halkları yaşatan eserine kendi yaşantısını sınırlı bir biçimde yazmıştır. Bu davranışın eseri bozmamak için mi yoksa mütevazılığından mı ötürü olduğunu tahmin etmek düşmüş okura. Bilinenlerse babasının adının Hüseyin olduğu ve kuvvetle muhtemel Barsganlı olduğu düşüncesidir. Kaşgarlı Mahmut bizim için giz perdesi sayılabilecek bir döneme ışık tutsa da özel hayatını gizli tutmayı yeğlemiş anlaşılan.
Gelgelelim Divan-u Lügati’t Türk’ün ortaya çıkış hikayesine. Gözlerinizi kapatınız, sahaftasınız. Dikkatinizi çeken bir kitabı satın aldınız. Fakat o da ne? Kitap beklediğinizden de eski çıktı ve bunu bildirdiniz. Tebrikler! Diyarbakırlı Ali Emiri Efendi’nin yaptığı da tam olarak da buydu. 1917 yılında sabırsızlanan kitap açığa çıkmak istercesine kendini Ali Emiri Efendi’ye sergiledi ve bir bir ortaya çıktı maharetleri. Günümüzdeyse edebiyatta sıkça duyduğumuz bir terim haline geliverdi. Kitabı en iyi anlatan kişi yazarından başkası olamaz elbette. O halde Kaşgarlı Mahmut’a kulak verelim: “Türk dili ile Arap dilinin at başı beraber yürüdükleri bilinsin diye Halil’in Kitabü’l-Ayn’ında yaptığı gibi kullanılmakta olan kelimelerle bırakılmış bulunan kelimeleri bu kitapta birlikte yazmak, ara sıra gönlüme doğar dururdu…”
Ve Kaşgarlı Mahmut’un gönlüne doğan, Türk dilinin güneşi oldu. (Emine BERK/ Hasan Çolak Anadolu Lisesi/12/H)